Images

Orhan Pamuk Söyleşisi

Şehir Edebiyat ’tan Erkan Irmağın Orhan Pamukla söyleşisinin konusu Edebiyat, Roman, Tuhaflık ve Hayattı. Söyleşi Pamuğun Akademik ilmi kimliğini ve Erkan Irmak’la olan çalışmalarını anlatması ile başladı.  
**
E.I- Kafamızda Bir Tuhaflığın içeriğinden çok teknik özellikleriyle başlayalım istiyorum. Karakterleriniz ve anlatıcı nerede durup nasıl bir bakış açısıyla, neyi anlatıyorlar?

O.P- Benim Adım Kırmızıda da aynı yapı var. Herkes kendi hikâyesini kendi anlatıyor. Hikâyeyi pek çok karakter birinci tekil şahıstan, kendi bakış açısından anlatıyor. Bu benim bulduğum bir şey değil. Önemsediğim bir konu derslerimde de bahsediyorum. Bir romanı kabaca ikiye ayırabiliriz. Bir anlatılan hikâye, iki o hikâye kimin görüş açısından anlatılıyor. Amerikalı yazar Henry James le anılır bu teknik. Kısaca anlatmak gerekirse, kalabalık bir yerdeki bir olayı anlatırken dışarıdan bir bakış açısıyla(tanrı bakış açısı) anlatabilirsiniz. Ya da bu olayı bu kalabalıktaki bir kişinin bakış açısı ile anlatırsınız. Buna örnek olarak Anne Kareninayı örnek veriyorum ben.Kolombiyadaki derslerimde. Kitabın sonunda Anne Karenina intiharına doğru giderken, gördüğü şehri normal bir şehir tasviri olarak görmeyiz. Şehri ölüme doğru giden bir kadının hüznüyle onun gözünden görürüz. Bu romana inandırıcılık verir. Ben bunu diğer romanlarımda yaptım. Bu kitapta daha çok yaptım.


E.I-
Sizin romanlarınızın bir özelliği bu, yine uygulamışsınız. Kronojik bir hikâye anlatmanıza rağmen kitabın başında bir bölüm seksen iki yılından kız kaçırmayla başlıyor. Sonra doksan dokuz yılında Mevlut’un gasp hikâyesi var. Daha sonrada başa dönüp altmış sekizden hikâye devam ediyor. Bunu biraz açıklar mısınız?

O.P- Modern romanın yaptığı yeniliklerden diğeri de zaman açısında sıçramalar yapmaktır. Hikâye yazılmıştır. Yazdıktan sonra kesip en çarpıcı kısmını başına aldım. Geleneksel bir roman gibi de yazılabilirdi. Conrad’ın romanlarında görürsünüz. Hikâyenin ortasından başlar. Sinema sanatı kullanır bunu, en çarpıcı sahneyle başlar. Sonra olay devam eder. Kitabın başında ilan ediyoruz. Dıramlaştırıyorum bir anlamda. Bu nedir, okuru kitabın içine çekmek istiyorum. Hem de ahlaki edebi konuları ilan ediyorum. Daha sonra hikâyenin içinde devam eder aynı bölüm. Sandviç gibi yapıyorum bir anlamda.

E.I- Bu aynı zamanda olay örgüsü ile kurgu arasındaki farkı işaret ediyor değil mi?

O.P- Evet, bir şey anlatmaya başlarız arkadaşımıza, çok güzel deriz anlatmaya başlarız. Ne var konu ne der. Filmi anlatmaya başlarız. Film ortasından başlıyor. Bir kız var çok güzel ama o film çok daha önce başlamıştır. Bir hikâye diye bir şey vardır. Bir de olay örgüsü vardır. İkisi ayrı şeylerdir. Asıl romancılık budur bence. Bu ikincisini düşünmekle başlar. Eski tarz saf romancılık da ayrı bir yetenektir, okuyucu o kitabın içine çekebilmektir. Modern roman, Conradın arkadaşının hocası öyle dermiş. Dramlaştırmak,durmadan dramlaştır, ne kadar dramlaştırırsan okurda sizinle birlikte gelir. Bir roman aslında oradaki hikâye değil, edebi bir şekilde o hikâyeyi nasıl anlattığının şeklidir. Kafamdaki Tuhaflıkta pek çok kişi hikâyeyi pek çok bakış açısından anlatıyor.

E.I- Bu karakterler nerelerde ne yapıyorlar? Söz alıp konuşuyorlar? Hayatını kaybedenler konuşuyor bu nasıl oluyor?

O.P- Kitabı okuyanlar daha iyi anlayacaklar. Hikâyedeki kahramanlar söz alıp konuşuyorlar. Kim olduğunu anlamamız için adı yazıyor. Fakat bundan ayrı olarak bu romanın bir parçası olduğunu biliyorlar. Okuyucu bundan pek hoşlanmaz ama Brecth’in oyunlarında seyircilerine yaptığı bir şey bu. Yabancılaştırma olarak yapıyorum bunu. Amacı olan bir hikâye olduğunu hatırlatmak için yapıyorum. Okurlarımı uyanık tutmak için. Romandaki kahramanlar okurla konuşurlar, okurla konuşurken kendilerinin bir roman içinde olduklarını biliyorlar. Her birinin konumu ayrı. Mesela bir kahraman bir şey anlatıyor. Diğeri araya giriyor, hayır öyle değil diyor, konuyu kendi yönünden anlatıyor. Mesela ölmüş, başka birinin anlatısı bitince sözü alıyor ve hayır öyle değil diyor, zaman içinde anlatmaya başlıyor. Temalar devam ediyor, olay örgüsü devam ediyor. Ben biliyorum, Saliha biliyor siz okurlar biliyor katilin kim olduğunu. Bir anlatıcı bilmiyor. Bu çeşit, çeşit düzlemler var. Bu düzlemlerdeki kahramanların roman içindeki konumları değişik. Yani o düzlemlerden şu sonuç çıkıyor. Sanki Kahramanlar Kafamdaki Bir Tuhaflıkta bir romanın içinde olduklarını bildikleri gibi, sanki bir tiyatro sahnesindeymiş gibi davranıyorlar. Bir oyun, bir piyes yavaş, yavaş akıyor. Onlarda sağından solundan müdahale ediyorlar, ama ta başta dediğim gibi görüş açısının kuramının verdiği inandırıcılıktan da yararlanıyorlar. Hepsi kendi kafasındaki dertlerle ormana bakıyorlar genel hikâye devam ederken öznelliklerini de koruyorlar ve bu da onlara inandırıcılık veriyor diye umuyorum.

E.I- Bana temsil bitmiş yani Mevlut’un hikâyesinde oynamış, sonrasında soru cevap alıyorlarmış gibi gelmişti. Arada itiraz ediyorlar. Sen kötü bir karaktersin, yok öyle değil diyelim diye itiraz eden var.

O.P- Evet, doğru. Ama aynı zamanda bir meslek sırrı veriyim. Bunu ilk yüz sayfada yapamazsın. O kadar çok deneysel olamazsın. Bu nu iki yüzüncü, üç yüzüncüde yaparsın. İlk yüzde yapmaya kalkarsan okur o aman çok şey bu niye burda falan demeye başlar. Ama ilk yüz sayfada okur kahramanlar kendi bakış açısından konuşuyor öğrenmiştir. İkinciye yeni bir numara daha çekebilirsin. Ama tüm numaraları baştan yüklenirsen olmaz. Bu toplantı sonunda bütün sırlarımı vereceğim galiba.

E.I- Siz romanlarınızda ilk cümle üzerinde duruyorsunuz. Masumiyet Müzesinde “Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum.” Biz hemen merak edip koşuyoruz o cümlenin peşinden. Kar’da, Benim Adım Kırmızı’da öyle. En vurgulayıcısı, Yeni Hayat’ın “Bir gün bir roman okudum ve bütün hayatım değişti” Fakat bu romanda öyle bir ilk cümle yok. Neden?

O.P- Toparlayıcı bir ilk cümlesi var.” Bu, boza ve yoğurt satıcısı Mevlut Karakaş’ın hayatının ve hayallerinin hikayesi” diyor. Evet, öteki romanlarıma göre bir yumrukta nakavt edici bir cümle değil. Kabul ediyorum kusura bakmayın daha iyi yapmaya çalışacağım. Hikâyenin neresinden başlarsanız başlayın neyi düşünürseniz düşünün. Evet, o ilk cümle çok önemlidir. Çok zordur, garcia marquez’dir bunu söyleyen bende aynı fikirdeyim. Evet, kitabın dokusunu mu diyeyim rayihasını mı diyeyim bize hissettirmelidir. Son cümlede hissettirmelidir. En beğendiğim, ikisinin bir cilt olduğunu düşünürüm. Eleştirmenler fark etsin isterdim. Fark etmediği içinde sizlere anlatmak isterim. Masumiyet Müzesinin ilk cümlesi, “Hayatımın en mutlu anıymış bilmiyordum, son cümle “Herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım. Altı yüz sayfa sonra böyle bir ses bunu söyler. Hayat, mutluluk ve bilmek kelimeleri geçer. Bu üçünü birleştiren Hegel dir.”Mutluluk şartların bilincidir”, böyle şeyleri romanlarımda çok yaparım. Bunlar bilinsin isterdim. İlk cümle yazmak için şart, kitap iyice netleştikten sonra, son cümle bitmeden altı ay önce oluşur kafamda.

E.I-
İlk cümle değil ama son cümle çok kıymetli. Romanın ruhunu yansıtması açısından çok kıymetli. “ Ben bu âlemde en çok Rayihayı sevdim”. Mevlut’un gel gitlerini ne hissettiğini anlamamızda yardımcı oluyor. Biz de onunla birlikte mutlu hissediyoruz, ya da onunla birlikte mutlu olmamızı hissetmemizde, yardımcı oluyor. Y ani mutluluk için biraz kendimizi kandırmamız gereklimi?

O.P- Seni buna sevk eden şey, Masumiyet Müzesinin son cümlesinde gizli. Herkes bilsin çok mutlu bir hayat yaşadım. Oysa herkes bilir, kitabın içinde aşk yüzünden sersefil olur, herkes alay eder onunla, tezgahtar bir kıza aşık olur. Ama kitabın sonunda bir müze yaparak karşılık eriyor. Yeter artık, benimle alay ettiğiniz diyor. Hayattaki seçimlerini meşrulaştırmak istiyor. Ben o insanlardan değilim, biraz benim gibi. Kemal aşkı yüzünden, ben siyaset ve Edebiyat yüzünden arkadaşlarımdan koptum. Mevlut o sözü söylerken ben samimi olduğuna inanıyorum. Ama samimiyeti samimimi? Doğruyu söylemekle samimi olmak farklı bir şeydir. Yalan söyleriz samimiyizdir. Komşularımız vardır, fakirdir, iyiyim der. Samimiyizdir, ama doğruyu söylemeyiz. Bu gibi. Daha derin bir yere gideyim, Celal Saliğin bir sözüne “Şahsi görüş ile resmi görüş arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır”

Mevlut üç yıl âşık olduğu bir kıza mektup yazıyor, sonra başka bir kızla evlendiriyorlar. Hiç kendini bozmuyor. Ya da kendini kandırıyor, sonra etrafındakileri kandırıyor. Kendini kandırmaktan başka çaresi de yok. Felsefe de ne der bir zihin bir de gerçek vardır. Zihne o gerçekliğin gölgesi ya da manası düşer. Zihin o gerçeklilikle yaşayacağımız bir hikâye uyduruyor. Sorgulama yapmamamız gerek. Mutlu olmak için yapabileceği başka bir şeyi yok. Uyum sağlayanlar mutlu oluyor, bütün palavraları sıkıyor ve mutlu oluyor. Kitap bu uyum sağlayamayanları onaylamıyor, ama genel rejimin ne olduğunu gösteriyor.

E.I- Çalışkan bir yazar olduğunuz aşikâr, saklayabileceğimiz bir şey değil, bunu açıkça görüyoruz.

O.P- Ben de kendimi öyle görmüyorum. Yaptığım işten çok memnunum. Birisi yazmış, oyuncakları ile oynayan bir çocuk. Çok zevk alıyorum bu işten. Orada oynamayı seviyorum. Bir kitabımın çevirisini yapıyorum. O bir memurluk gibi bir şey.

E.I- Oyuncaklarla oynamayı sevmeyen pek çok yazar var. Sizin yazdığınız her romanın ardında derin bir çalışma var. Oyuncakla oynama ne kadar bir kısmı?

O.P- Romanlarımı yazarken pek çok araştırma yapıyorum. Yapmaya da devam edeceğim. Romandan romana değişir. Benim Adım Kırmızıyı yazarken müzeleri gezdim. Başka nakkaşların hikâyeleri, edebiyat tarihlerini okuyarak, başka kültürün İran dediğimiz topraklar, Bengladeş denen kültürün kitaplarını okudum. Klasik Osmanlı yazarlarının kitaplarını okudum. Bu kitap yazılırken insanla konuşmak gerekmez. Kafamda Bir Tuhaflığı yazarken birçok insanla konuştum. Bir Mayıs Mahallesi, Sultanbeyli hakkında birçok yazılar okudum, resimlere baktım. İstanbul’un ilk gecekondu mahalleleri hakkında kitaplar okudum. Bunları okursun bir de şöyle bir mıncıklaman gerekli. Bir de ben bir şey yazarsam dünyadaki karşıtlığını ararım. Dünyadaki büyüyen mega polisler, Meksikocity,ben bu şehirde doğduğumda bir milyondu, on beş milyona altmış iki yılda vardı. Ben bunun içinde yaşamışım, yaz baba yaz. Bu da büyük bir deneyim. Aynı deneyimi Fransızlar iki yüz yılda yaşıyor. Berikiler üç yüzyılda yaşıyor. Ama daha hızlısı var, Çinliler otuz yılda yaşıyor. Dünyada birbirine benzeyen kalıplar var. Bir Şehir büyürken bir bölümü çürüyor. Mesela Tarla bası, oradaki şehrin zenginleri orayı terk ediyor. Şehrin yoksulları gidip yerleşiyor. Sonra zenginler bıkıyorlar tekrar gidip oraya dönmeye karar veriyorlar. Bütün bu dönem içinde şehir hızla büyüyor. Merkezdeki işine gidemeyen yoksul yerleşim yerlerindeki kişiler var. Dünyadaki mega polisler hakkındaki sorunlar hakkındaki birçok kitap okudum. Bozacılarla, seyyar satıcılarla konuştum. İlk defa bu romanda genç öğrenci arkadaşlarım röportaj yaptılar benim için. Onları okudum. Kar adlı romanımı yazarken Karsa gidip insanlarla yaşayarak o şehrin dokusunu hissederim. Cevdet Bey ve Oğulları adlı romanının çevirisini yaparken bir sözcük sordu çevirmen. roman bin dokuz yüz beş ile yetmiş bir arasındaki tarihi anlatır. Demiryollarının yapılışından bahseder onu yazarken. Demiryollarının yapımında çalışmış sonra üniversitede hocalık yapan profesörlere götürdü babam beni. Teknik üniversiteyi bırakıp romancı olmayı düşünen oğul ben fakat hocalar çok memnundu benimle konuşmaktan. Post katarı nedir diye sordu çevirmen. Ne olduğunu biliyorum adam bahsetmişti diyorum. O zaman anladım ki ben benim romanımı yazarken konuştuğum insanlar yaşasaydı yüz on beş yaşında olacaklardı. Ben o romanı yazarken tarihi roman diye yazmadım. Yaşadıklarım ailem falan, o zaman anladım benim romanım olmuş tarihi roman. İyi ki araştırma yapıyorum.

E.I- Kadıköylü okurlar dedik ama Nişantaşılı bir yazarımız var. Nişantaşılı bir yazarın bu gecekonduda yaşayan okurlara ulaşması biraz zor olmuyor mu? Bakış açısında bir farklılık olmuyor mu? Bu işin bir duygusal yanı yok mu?

O.P- Evet Kar adlı romanımı yazarken kars’a gidince orada da yaşayan insanlar arasında da bu farklar var. Ama romandaki kahramanımda böyle bir düşünce içindedir. Nişantaşılıdır zaten bu ahlaki sorunları taşır. Kitabın sonunda felsefi sorunları ele alır. Yaşadığı ülkeye ait olma, orada yaşayanlarla en muhafazakârlarla ortak duyguya sahip olmak, hem de Avrupa’dan öğrendiği insan hakları, eşitlik değerlerden vazgeçmeden. Bu çelişkiyi yaşar kesin bir sonuç çıkarmaz, o bir kahramandır. Bu kitap da bu daha zordu. Ben o zor şartlarda yaşamadım. Orada yaşamış kadınla konuşuyorsun, kocam şofördü, ben orada yaşadım gecekondu yaptım. Hayatın zor koşullarını öğreniyorsun. Utanıyorsun. Bakın ne kadar fakirlerdi yazmak istemiyorum. Başkalarının suçuymuş gibi de yazmak istemiyorum. Batılı bir Emparyalist durumda var o yazarda, yazar çarpıtır Oryantalist olur. İyi niyetle de çarpıtır çünkü koltuklarında oturanlar için yazıyordur. Bunları hissettim ve bunları yapmamak için kitabı yayınlamak zor oldu.

E.I- Varoş ya da Gecekondu mahallesi demiyorsunuz. Kaçınıyorsunuz.

O.P- Yerel bir kitap yazmış fazla eğitimi olmayan birine ulaştım. Orada gördüm lütfen bize gecekondu demeyin. Altmış yetmişlerde gecekondu tamamen negatif bir kelime. Sonra değişiyor şehir büyüyor, büyüyor ve o insanlar çoğunluk oluyor. Son derece sınıfsal ayrımcılık, siyaset, hani bir söz vardır. Misafir misafiri hiç sevmez. Aslında onlarda misafirdir, onu bilmezler.

E.I- Saf ve Düşünceli Romancı da siz romancıları ikiye ayırıyorsunuz. Kitaplarınız arasında bir gruplandırma yapsak. Bu sizin kitaplarınızdan hangisi..

O.P-
Bunu açıklamamız lazım. Ben Harvard Üniversitesinde ders verdim. Oradaki temel düşünce Schiller ve Goethe arasındaki diyaloğa dayanır. Goethe der Schiller yazdı mı sanki Allah yazıyor. Hiç uğraşmıyor, yazdığı şeyi değer mi düşündüğü yok oysa kendisi hikâyeyi nasıl anlatayım, biraz daha ilave edeyim şurayı şöylemi yapsam. Bu da onu kendi değişiyle, duygusal hale getiriyor. Sen şunu demek istiyorsun sanırım. Kara Kitap, Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı adlı romanlarında bu endişeli duygusal romancısın. Cevdet Bey ve Oğulları, Kafamda Bir Tuhaflık, Kar ve Masumiyet Müzesin de babadan kalma dededen geliverdiği gibi bir romancısın diyorsun. Benim asistanım, arkadaşım Emre Ayvaz bana gelir. Birlikte yazarız, bana der ki “Orhan abi boşuna uğraşma ne kadar yazarsan yaz, Kara Kitap gibi bir kitap yazamayacaksın. ”der Ama buna küçük bir itirazım var Kafamdaki Bir Tuhaflık göründüğü kadar basit bir roman değildir. Aynı zamanda hem olayı yedi sekiz kahramanın gözünden anlatıyorum. Hem de babadan kalma Tolstoy romanı gibi bir anlatıcı ses, hem kahramanlara, Mevlut’un kafasının içinden yaklaşıyor. Kullandığı kelimeler Mevlut’un âlemiyle sınırlı. Bazen de Tolstoy gibi” ordular Moskova’ya yaklaşıyordu “gibi, bunu da ekliyorum. Sonra ikisini karıştırıyorum. Ama kabul ediyorum çok okunaklı bir kitaptır, tavsiye ediyorum.

E.I-
Ama şunu da kabul edelim. Bu iki gruplandırdığımız kitapların fanları var.

O.P- En çok o fanatiklerden korkuyorum. Ne uğraşıyorsun işte Kara Kitaptan başka bir şey yazamadın. Ben de sizler gibiyim sizin için yazıyorum demek isterdim. Ama aslında o değil.

E.I- Peki şimdi on dokuzuncu yüzyıl romancısının mı sesi daha çok çıkıyor?

O.P- E o değil işte onu demek istiyorum.

E.I- Biraz da Uluslararası romancılığınızdan bahsedelim istiyorum. Cevdet Bey ve Oğulları ile birlikte tüm kitaplarınız yabancı dillere çevrildi.

O.P- Kitaplarım dünyada ve Türkiye’de toplam on iki milyon satılmıştır. Yapı Krediye geçtiğimden beri, bunun bir buçuk milyon. Bire altı bir durum var. Ülkemizin en çok satılan yazarlarından biriyim. Onlarda kendilerine göre kitaplarımı okuyorlar. Altmış iki dile çevriliyor. Orada da sorarlar, bunu anlatırken hı Türkler sizi anlamıyor mu? Yok, böyle birşey şikâyetim yok.

E.I- O orandaki değişim sizin yazma, anlatma biçiminize, sürece etkisi olur mu?

O.P- Siz yazarken sadece Türk kimliğinizi düşünerek mi yazıyorsunuz? Yoksa diğer okurlarınızı düşünerek yazıyorsunuz gibi sorarlar. Bu soru şöylede sorulur, tuzak bir sorudur. Okur da şüphe uyandırmak isteyen eleştirel bir sorudur. A tamam bizler için yazmıyorsunuz, zaten anlamıştım. Roman sanatı milli bir sanattır. Bir gün bu konularda daha çok araştırmalar yaparsak göreceğiz. Özellikle geç modernleşmiş, mili bütünlüğünün geç sağlamış ülkelerde, o ülkenin mili kimlik kuramlarının ortaya çıkması ile Flaubert’den esinlenmiş roman diliminin ortaya çıkması. Türkçede çok belirgindir. Biz bu cümleyi roman sanatından önce kuramazdık. “Ahmet sokakta yürüyordu, yağmur yağıyordu, çok güzeldi yağmur damlacıkları.” hiçbir zaman diyemeyiz. Çok güzeldi yağmur damlacıkları kendi kendimize. Ama Flaubert’den 3. tekil şahıs anlatır, çeviri diline okuya okuya içselleştirmişizdir. Bir de bizde ayrı kötü bir alışkanlık vardır. On dokuzuncu yüz yıl romanını gökten gelmiş platonik roman hikâyesi sanmak gibi. Roman ne anlatır, kuruluş olarak Balzac, Flaubert, zamanında bu günkü haliyle yaşıyor. Bunlar şehirde odaklaşır, o insanların bütününe seslenir. Köye de uzanır, insana evler ev içleri çok sesliliği anlatır. Ne zamanki siz o okuru dinlemiyorsunuz. Milli bir talep vardır. Bu İngiltere’de de sorulmuştur. Bu gün Türkiye’de ya da Finlandiya’da on üzerinde dokuz kalitesinde yazıyorsa anca çevirirler. Ama bir İngiliz on üzerinde beş buçuk yazıyorsa birçok dile çevrilir. Bu Türkçenin kenarda olmasıyla ilgili bir sorun. Otuz yıl önce daha önemliydi, şimdi daha az önemli. Ama birçok İngiliz yazara soruyorlar. Bir İngiliz yazar diyor ben sadece İngilizler için yazıyorum. Kazuo İshiguro İngiliz yazardır etnik olarak japon olmasına rağmen. O ben çevrildiğim her dilin okurları için yazıyorum diyor. Bende çevrildiğim tüm dilin okurları için yazıyorum. Tabi ki Cevdet Bey ve Oğullarını Türkler için yazdım. Ama aradan geçen otuz iki dile çevrildim. Ama Arjantin’deki bir okur geldi, şimdi ben cevaplıyorum. Hayır, efendim sadece Türk Edebiyatı için, onların günahı ne?

E.I-
O zaman şöyle soralım Arjantinli arkadaşımız hangi romanları seviyor?

O.P- Değişiyor. Çin’de Benim Adım Kırmızı, Fransa’da Kara Kitap, İspanyada İstanbul, Amerika’da en çok sevilen Kar. Onların öyle bir dertleri var her ülke de kitaplarıma farklı bir tepki alıyorum. Bunu bir zenginlik olarak görüyorum. Kolombiya’daki öğrencilerimin arasında da düşünmediğim soruları oluyor. Dünya Edebiyatı diye bir ders veren bir arkadaşım var. Dünya edebiyatı bir cümleye indirgenebilir mi? Ona göre çevrilen ülkenin okurları tarafından yeni anlamları keşfedilen edebiyata Dünya Edebiyatı denir. Arkadaşım kırk yıl çalışmış bu teoriye varmış. Ülkemizde arada bir geliyor ders veriyor, giderseniz anlatır size de.

E.I- Romanlarınızdaki kadın karakterlerin durumu? Biraz da fettanca kadın karakterlerin başkarakterlerinizin olumlu ya da olumsuz anlamda değişmesine neden oluyor, neden?

O.P- Kadın karakter konusunda, iyi niyetli bir erkek yazar olarak eksikliklerim, uçlarım yetersizliklerim olduğunu kabul ediyorum. İlk romanlarımda özellikle, Cevdet beyde ve Sessiz Evde öyle birinci tekil şahısta konuşmazdı. O kitap çıkar çıkmaz haklı olarak bir karşı çıkış oldu. Kadın röportajcılar özellikle. Ama o kadın solcu idi, o zamanlar evet yazmalıydım. Baskıcı erkek egemen bir toplumda bir erkek yazar ne kadar bir kadını yazabilir. Cevabım yazmalıdır. Bir romancı kendinden bir başkası gibi, başkasından kendisi gibi bahsedebilmelidir. Bu kırk yıl öncede vardı. Aziz Nesin, Kemal Tahir arasında Zola “Efendim kadın doğuruyor, doğum acısını yazıyor, işte romancı bu” bunu tartışıyorlardı. Şunu söylüyorsun, Erkekler kadınlar tarafından yoldan çıkarılıyor, benim romanlarımda böyle bir şey vallahi yok. Kafamdaki Bir Tuhaflıkta kadınların toplumumuzda ne kadar ezildiği, ne kadar çok haksızlığa uğradığı var. Bütün emeklerin ne kadar görmemezlikten gelindiği hakkında yazdım.

E.I-
Mesela, Rüya kaybolmasaydı Galip arkasından gitmeyecekti. Şekure Karayla Hasanın ikisi arasında gidip geliyor. Mevlut başka bir kıza âşıkken ablayla beraber Süleyman bir oyun çeviriyorlar.

O.P-
Çok güzel ama Benim Adım Kırmızıda Şekure bir mazereti var. Anne çocuklarını düşünecek. Onlara iyi bir baba arıyor. Ama yok ikisiyle de yatayım yok. Hangisiyle evleneyim diye şöyle uzaktan düşünüyor. Şekure deki bu düzeyde. Kara Kitap’ta Rüya yok oluyor. Galip kendisini sorgulamasına neden oluyor. Mükemmel bir hayatı vardı da öyle oldu demiyor. Bu kitapta kimin kiminle olacağına erkekler karar veriyor. O toplumu kadınların gözünden görmek için çırpındım.

E.I- Kafamdaki Bir Tuhaflık için bir çalışma yapıldı. Bu çalışmaların duygusal taraflarından bahsediyorsunuz. Hangi roman neler öğretti size?

O.P- Ressam olmak istemiştim. Resim yaparken eliniz daha atak davranır. Benim Adım Kırmızıyı yazarken ben o konuya hâkim değildim. Ben o kitabı yazarken yüzlerce araştırma yaptım. Osmanlı minyatürleri ile ilgili birçok çalışma. O minyatürlere saatlerce bakıp, o hikâyenin bir parçası yapmak. Bin tane şey bunları seviyorum. Bir yıl boyunca her sabah kızıma romana, bu akşam başlıyorum derdim. Yazıhaneye gider okur geri dönerdim. Bir yıl okudum tamam değil, kitabı yazarken de devam ediyor bu. O konuyu o dönemde yaşıyormuş gibi hissetmeden yazmam. Bir konuyu öğrenmem içinde yazarım. En çok bu kitabı yazarken bu duyguyu hissettim, hikâyeler o kadar çok birbirine benziyor. İnsanların ne kadar bireyselliği ve çeşitliliği var. Hikâyelerin başlangıcı elli beş altmış. Bu iş böyle sürüyor gidiyor. Bütün bunları görmek artık bana İstanbul benim çocukluğumun İstanbul’u değil. Ayağım yere basıyordu bin dokuz yüz doksan iki binlere kadar. Sonra gelenleri ben tanımıyordum, ayağım yere basmıyordu. Romanı yaza yaza konuşa konuşa öğrendim.

E.I- Tamamından ne öğrendiniz? Kırk yıllık romancı ne öğrendi?

O.P-
Tamamından bir şey öğrendim ama bilmem uygulayabiliyor muyum? Alçak gönüllü olmayı öğrendim. İçten, insan acısına, insan hikâyesine insan deneyimine saygıyla davranmak gerektiğini öğrendim. Simit olmamayı öğrendim. Öğrendim ama gösterebiliyor muyum? Öğrendim teorik olarak bakalım gösterebiliyor muyum?

E.I- Sizin en sevdiğiniz romanınız hangisi?

O.P- Değişir bazen ruh halime göre değişir. Emre’ye kimi zaman hak veririm, Kara Kitap. Otuz sekiz yaşından sonra aşağı çizilen bir ölçü biçilemez. Freudçuluğa karşı çıkışım bu yüzden. Doksan yaşına gelmiş, halamı yedi sekiz yaş arasında e insaf ya seksen yıl hiç mi bir şey yapmadı bu adam. Aynı şekilde insan yazdıkça da değişiyor. Hayatımızın hiçbir dönemi diğerinden daha ayrıcalıklı değil. Kara Kitabı yazarken başka bir insandım, şimdi başka bir insanım. Cevdet Beyden daha iyisini yazamazsın diyen de var. Her kitabı yazarken de o kitabı yazabilecek kişi gibi olmaya çalışırım. Bir kitabı yazdım ondan iyisini yazamam diye yaşamıyorum. Öyle bir söylüyorlar ki öyleymişim gibi. Şimdide yaşadığım hayata ve düşüncelerime en uygun olana göre yazıyorum. Okurlarıma katılarak en iyisinin Kara Kitap olduğunu düşünüyorum. Dünya okurlarına göre Benim Adım Kırmızı, en çok satan kitabım, Türkiye dede öyle. Masumiyet Müzesi, Kar, Kafamdaki Tuhaflık ilk üçe sokarım. En sonuncusunu sormayın artık. Yeni Hayat var en çok zorlandığım o olduğu için. Bir de derler hiç okumadıysan, sakın Yeni Hayat’tan başlama kardeş diye onun için.

E.I- Bundan sonraki hikâyeler neler? Ne öğreneceksiniz?

O.P- Yeni romanıma başladım. Benim on tane roman taslağım vardır. O yetmiyormuş gibi bir de arada yeni roman konuları çıkar. Ansiklopedi karıştırırken, çocukluğumda da yapardım, hayal gücünüz varsa okursanız oyuncaklı bir şey gibi gelir. On dokuzuncu yüzyılda bir kadın kahramanın elverişli olduğunu gördüm. Yazacağım romanları hissetmek için o dünyada yaşamak istiyorsun. Osmanlı İmparatorları ne güzel o dünyada olmak istiyorsun, evet yazarda da vardır o istek.

E.I- Bu kadar ünlü bir yazar olunca ünlü arkadaşlarınızda vardır. Biraz bunlardan bahsedelim.

O.I- Susan Sontag , Paul Auster, bir çok ünlü arkadaşım oldu. Umberto Eco bunlarla ilgili birçok anılarım oldu. Hepsi çok güzeldi ama benim sizlere anlatacağım. Gençliğimde tanımak istediğim iki yazar vardı. Bunlardan biri Yusuf Atılgandı. Ben ilk kitabım Cevdet Bey ve Oğulları ödül almış ama yayınlamıyordu Ülkü Tamer satmaz diye. Gidiyordum bir kavga ediyordum, sonra da ellerim titreyerek yetmiş beş tane sigara içiyordum yan odada. Orada bir adam var üzülmeyin Orhan Bey, yayınlanır Orhan bey diye tanımıyordum. Yüzünü şimdiki gibi gazetelerde olmadığı için tanımıyorum. Bu adam Yusuf Atılgandı. Hayatının son döneminde Modada otururdu. Uzaktan bir toplantıda gördüğüm ve hayran olduğum yazar Oğuz Atay’dır. Oğuz Atay hayatının son döneminde Kemal Tahire bir hayranlık beslemişti. Öldükten üç sene sonra Kenter tiyatrosunda bir anma gecesi yapıldı. O gecede Halit Refiğ, Şerif Mardin ve Oğuz Atay konuştu. Bir yazı yazmıştı Kemal Tahir için onu okudu. O zaman önemli biri değildi. Bense arka sırada oturan bir dikizciydim.

E.I- Tanpınar’la tanışmak ister miydiniz?

O.P- Tanpınar öldüğünde ben sekiz yaşındaydım. Benim eniştem Şevket Rado Tanpınar’ı tanır, onun o Yahya Kemal ve muhafazakâr çevreyle düşer kalkardı. Evinde bir resmi vardı. Keşfedileceğini hissetmişti.

E.I- Ben yayınlanandan fazlasını yazdığınızı biliyorum. Bir romanı siz yazıyorsunuz bir tanede kendinizde saklıyorsunuz, bu can yakmıyor mu?

O.P-
Çok can yakıcı ben kitaplarımı kendim de bitiremem. Şurasını şöyle yapıyım, burası da böyle olsun kitaplar bitmez. Benim kitap bitirme yöntemim, Kara Kitap’tan hatırlıyorum. Gidiyorum yayınevine tamam artık, yüz bin basın reklam şu bu. Onlar der ki tamam artık ver. Kitap bitirmenin bir yolu da, kitabın yüz, yüz elli sayfası küsurdur. Atmak çok zordur, emek vermişsin. Bir yazarın kendi yazdığını temizlemesi zordur. Yavaş yazan bir yazarım otuz sayfa atabilmek, otuz yılını çöpe atmak gibidir, zamanı boşa atma utancından yapamam. Yayıncılar ver kitabını dedikçe ben şurasını da düzeltiyim. Burasını da düzeltiyim en sonunda son şeklini veririm.



Söyleşinin sonuna geldik konuştuğum, her yerde okuduğum bir şey. Babamın Bavulu adlı kitaptan. Neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum. Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bütün gün bir odada oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Gerçekliğe ancak onu değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum. Ben ötekiler, hepimiz bizler, İstanbul’da Türkiye de nasıl bir hayat yaşadık yaşıyoruz bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği bilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmaktan korktuğum için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okumaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı öteki yazıyı bu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitapların raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye uydurmanın ve kurmanın zevkleri için yazıyorum. Tıpkı bir rüyadaki gibi gidilebilecek başka bir yere gidemediğim duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü Mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.

**  Söyleşi oldukça samimi bir havada gerçekleşti. Ürettiklerine ve yazar kimliğine hayranlık duyduğum Orhan Pamuğu ilk defa dinledim.  Bir çok insanın dinlemesini isterdim.  Bu yüzden söyleşiyi yazarken o atmosferi yakalamak adına, yazıya aktarırken konuşma dilinde aktarmak istedim. Evet yanılmamışım, eksik yazmışım bir çocuğun oyuncaklarıyla oynarcasına oynayabiliyor roman sanatıyla. Yaratıcı yazarlıkta bu değil midir? Bu arada yazarın ilk okuduğum kitabı Yeni Hayattır. İçeriği özellikle çok şey söyler. Okumak ve Kitap hakkında.Sonrasında diğer tüm eserlerini okudum. Cevdet Bey ve Oğulları' hariç. Okuyarak ölen yazarak yaşayan Yazanları severim ben. 


Nurten Yurt 

0 yorum :