Images

ÖZLEDİM

Bir paket sevgi çıkagelir kırk yıl sonra tam da en ihtiyaç duyduğun anda. İstemezsin, kızar, öfkelenirsin hatta deneyimli sindir, kaybedersen çekeceğin acıyı bilirsin. Farkında olmadan bağlanır, seversin hatta onun mırıltıları olmadan nasılda uyumuşum diye düşünürsün. Kırk yıl öncesi masum çocuk uykularının tadını bir tüy yumağının verdiği huzuru hatırlarsın. Sonra küt yine aynı masal bırakıp gider seni, acıdan uyuyamazsın, onu bulmak için her yolu dener, mecnun bir halde insanların alaycı bakışlarına aldırmadan pisi, pisi Mülayim diye her köşe başına, kuytulara seslenirsin.

Images

Yazmak zamana müdahaledir

Onun yazını, birçokları için, büyülü bir kapan; gölgelerle geçmiş ve gelecekle, yalnızlıkla, şiirle ve felsefeyle dolu. Türk edebiyatında varoluşu ele alan yazarlar arasında en önemli isim, zamanla, mekanla hiç korkmadan oynayabilen bir romancı, hatta bir şair. İlk öykü kitabı Bir Gülüşün Kimliği 1987’de yayınlanan ve o günden beri yazma serüvenini sürdüren, eserleri birçok dünya diline çevrilen bir yazar.

Hasan Ali Toptaş, 1958’de Denizli’de doğdu. Bir yandan icra memurluğu görevini sürdürürken, öte yandan yazın hayatına devam etti. 1992’de ‘Ölü Zaman Gezginleri’ adlı öykü dosyasıyla Çankaya Belediyesi ile Damar edebiyat dergisinin düzenlediği yarışmada birincilik ödülünü aldı. 1994′te ise ‘ Gölgesizler’ adlı yayınlanmamış romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. ‘Bin Hüzünlü Haz’ adlı romanı da 1999 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne laik görüldü. Peki, bugüne dek birçok eseriyle okurlarının karşısına çıkmış olan Hasan Ali Toptaş’ın eserlerini farklı kılan nedir?
Images

Gerçeğin Peşinde



Ayasofya her zamanki gibiydi. Sayısız kapılarından insanların dolup taştığı, eski taş yapısı, gökyüzüne uzanan dört minaresiyle zamanı sorgulatan. Asırların ağırlığından yamulmuş, yamalarla kaplı mermer zemin, beni geçmişe, geçmişin sırlarının ortasına götürüyor. Kapıların büyüklüğü uyarır, ancak içine girince anlarım. Kubbenin uhreviliği, ustaca düşünülmüş mimari yapısıyla, dünyanın içinde kapladığım yeri hissettirir. Hiçliğimi. Bu günde aynı duygular içinde ilerledim, kapalı kapıların ardındaki sırları görünenden, çok görünmeyeni merak ederek. Ne zaman görecektim onları, varlığını hissetmek yetmiyordu. Kırk yıla yakındır okuduklarım, yaşadıklarım, onlara yakınlaştırmış. Bilmediklerimi okuduğum da aslında bil ipte unuttuğum bilgiler olduğunu hissettirmişti. Neydim ben? Bir insan mı? Yoksa zihnimin fısıldadığı, koskoca bir evren mi? Kırk dört yıl içinde zaman, zaman hissetmiştim içimdeki o evreni, sonsuzluğu, zamansızlığı, tarifi imkansız gücü. Hep o anda kalmak, zor olan buydu herhalde, kendimi düşündüğümde ayağı toprağa değerken, yıldızları avuçlayan bir kadın gelir aklıma, hayatımda böyle geçti. Ayaklarım yerden kesildi, ellerimde yıldızlarla kalakaldım. Ya da yıldızları kaçırıp, ayaklarımla toprağa çakıldım. Zaman, zamanın tüm yaşanmışlığıydı en büyük meramım, her şeyi öğrenirsem eğer, belki de o zaman başarırdım. Ayasofya, geçmişte insanoğlunun Allah'a en yakın olduğunu hissettiği tapınak, burada bulacak mıyım aradığımı, hissettiğim ruhlar bana fısıldarlar mıydı gerçeği? Bu hislerle dokundum Delf' ten gelen asırlık sütuna.

Kalabalıktan yükselen seslere karışan, uhrevi fısıltı dokunduğum sütunun soğukluğunu ateşe çevirdi. “Sen! Ey insanoğlu! Sende mi bir efsane peşindesin yoksa?”
Korkuyla etrafıma bakındım. Kim seslenmişti ? Şu ilerideki çift olamazdı, kendi halinde fotoğraf çekiyorlardı. Karşı taraftaki grupsa pür dikkat rehberin anlattıklarını dinliyorlardı. Yakınımdaki Japonlar 'da Türkçe konuşamazlardı soğuk soğuk terlediğimi hissettim, ağzımdaki sakız boğazımın kurumasını engellememişti. Loş ışıklar içinde başımı kaldırıp, gökyüzünde asılı gibi duran, kırk penceresinden günün ışıklarının süzüldüğü, muhteşem kubbeye baktım.  Günün o saatindeki ışığının mozaikler üzerindeki ışıldamasıydı. Dört bir etrafı döndüğümde, yüzleri yaldızlarla kapalı üç melek, suretini hiç beğenmediğim, dördüncü melek ve Allah, Muhammed, dört halifenin isimlerinin yazılı yuvarlak panolardı.
“Bakma! göremezsin.” 
“Göremedi senin gibi niceleri, görünen sadece zahirdir, görmen için Ehlî batın olman gerek.”
“Sen.. Sen kimsin?”
“Kutsal bilge, Ayasofya’nın ruhuyum. Bak şu köşede yatan kör hükümdar Dandolos.” Başımı  çevirdiğimde Mermer'le kaplı lahitle karşılaştım.” O senin gördüklerini de göremedi. Savaş açtı göremediği her şeye, yaktı, yıktı, talan etti kutsal olan her şeyi. Lakin engel olamadı na'şının  bedenimde, kutsal emanetlerle birlikte olmasına. Asırlardır yatar durur burada, kemikleri karıştı mermerlerime bütünleştik ”

İyice soğumuştu ortam, Dandolos'un mezarından yayılan soğukluktan kaçmak istedim, mermerlerin üzerindeki ışıkların akisleriyle yürümeye başladım. Çevremdeki insan kalabalığı her zamanki gibi benim ait olmadığım bir zamandı. Soyutlandım bu kalabalıktan, titremeye başlayacaktım, hareket etmeliydim. Yürürken mermer zeminin ayaklarımın altından kaydığını hissediyordum.

“Sen neyi ararsın? Neyi bulmaktır maksadın?” 
“Gerçeği, gerçeği görmek istiyorum” diye seslendim boşluğa..
“Haaha haaaa!” Kahkahanın şiddeti fısıltıyı aşmış, taş sütunlarda yankılanan tüyler ürpertici bir boyuta ulaşmıştı. Soğuk terler boşandı, her bir zerremden.
“Hiç değişmedi şu insanoğlu, asırlardır hep aynı şey, gerçeği ararlar, hayatlarını gerçeği aramakla tüketirler. Bir türlü ulaşamazlar gerçeğe."
Gerçek orda durur oysa. Yalındır, soğuktur gerçeğin yüzü, bir türlü tanıyamazlar, inanmazlar, cazip gelmez onlara gerçek.  Efsaneler icat ederler, süslerler, boyarlar. Tıpkı şu duvarlar gibi bak kat kattır duvarlarım. Paganı, Ortodoks'u, Katoliği, Müslümanı, her yeni gelen insanoğlu, bir diğerinin inancını gizledi, örttü. Sıvaların, boyaların ardına sakladı. Hangi gerçekten bahsediyorsun sen?” Haklıydı, hangi gerçeği isteyebilirdim? Tüm gerçeği, evrenin tüm sırlarını öğrenmek istemek delilik miydi? Yine de istiyordum, bilgi benim için her şey demekti.

Ayaklarımın beni üst kata çıkaran geçide getirdiğini, zemindeki girintili çıkıntılı taşlara takıldığımda anladım. Loş ışıkta zemine dikkatimi vererek üst kata ulaştım. Kral kapısından geçerek üst kattaki mermer tırabzanlardan aşağıya baktım. Girişte nasıl küçülür, hiçliğimi hissedersem üst katta başka bir his kaplar içimi büyür, çoğalırım. Ayasofya kucaklar beni, ondan bir parça olur, büyüdükçe büyürüm. Bu hisler içinde bakınarak, boşluğa fısıldadım.

” Kutsal bilge ne olur anlat bana gerçeği, hiç olmazsa neden dört? Dördün ardındaki sırrı fısılda. Hem bak tam kırk dört yıl oldu, var bir şeyler zihnimde okuduklarım, araştırdıklarımla. Fakat senin duvarların gibi benin zihnimde okuduklarım, öğrendiklerim karıştı birbirine. Neden dört melek? Neden dört kubben var bunu açıkla.”.
“Hay ilahi kız… Düşündüklerine bak daha başka şeylerle gel bana. Hem bak bilir misin? Sayılara takılırsan, çok şey var daha. İnsanoğlu kapılarıma takıldı bir ara, sayar sayar bir daha sayar bir türlü ulaşamazlar aynı sayıya. Bilmezler ki gerçeğe açılan kapı var aralarında, yalnız gerçeği görebilenlerin gördüğü. O kapıdan geçenlerin bir daha asla geri dönmediğini.”

Mermer tırabzanların soğuğuyla üşüdüğümden, ayrılıp yürümeye koyuldum. Esrarengiz, irili ufaklı kapıları dikkatle gözleyerek. Büyük bir kilitle zincirlenmiş kapının önüne geldiğimde merakla yaklaştım. Kapının kanatlarındaki aralığa iyice yaklaşıp içeriyi görmeye çalıştım. Loş ışıkta görebildiklerim ve burnuma gelen kokulardan anladığım kadarıyla, kütüphaneye benziyordu.
“Ne var içeride onu söyle bari kitaplar mı?”
“İyi bildin. İçim acır onlara anlayabildiklerini işe yarayanları alıp götürdüler, anlamadıklarını, koruyamadıklarını da kaderlerine terk ettiler. Farelerin işine yaradı, garipler sebeplendiler. Bilmezler ki gerçeğin kitabının burada olduğunu.” Duyduklarım çılgına çevirdi beni, İskenderiye kütüphanesinin talanı sırasında, Nil nehrinin sularında kaybolan, evrenin gerçeğinin yazılı olduğu kitap, bu kapıların ardındaydı.
Daha fazla dayanamazdım, yalvarmaya başladım. O kitaba ulaşmak için her şeyi yapmaya hazırdım.
“Yalvarırım kutsal bilge, o kitabı göster bana hiç olmazsa göreyim yeter Allah aşkına.”

“ Are you okay?”
Arkamda duyduğum sesle kendime geldiğimde, yere diz çökmüş olduğumun farkına vardım, üstüme eğilen yabancıya gülümseyerek iyi olduğumu söyledim. İçimi çekerek kendime gelmeye çalıştım. Konuşmayacaktım işte kızmıştım, Kutsal bilge denen ruh, içimdeki bir şeylere ulaşıp, beni çılgına çeviriyordu . Gerçeğe bu kadar yakın olup ona ulaşamamak aklımı başımdan almıştı. Bir an ruhun hiç olmadığını, tüm bunların zihnimi bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünmeye başlamıştım ki;

"Kızma insanoğlu! Hep böylesiniz işte kızınca gerçeği görmemezlikten gelir, farklı şeylere yorarsınız aklınızı. Sahip olamadıklarınızın suçunu başkalarında arasınız, dedim ya gerçeğin sırrına eremedikçe, kimse göremez onu. Sende bilirsin adın gibi, yadsıma gerçeği.”
Yürüyerek geldiğim yerin karşısındaki sandukayı görünce durakladım. Bu kraliçe Sofya'nın na'şının bulunduğu ve açılmaya çalışıldığın da Ayasofya'nın sallanmaya başladığı, açılırsa depremle yerle bir olacağına inanılan meşhur sandukaydı. Pirinç 'ten yapılmış, süslemeleriyle oldukça görkemliydi. Sanki Ayasofya'nın en önemli parçası, parça olmaktan öte, tam orta yerinde bütünleşmişti onunla.
“Bu sandukanın sırrını anlat bari bana, ama gerçeği, efsanenin ardındakini öğrenmek istiyorum.” 

"Bilindiği gibi değil, Sofiyanın na'şı yoktur orada, tam orası (Delf'te ompholos) yerin göbeğidir. Bu sır gizlenmesi gerektiğinden üzerine bir sanduka oturtulmuştur. İçinde dünyanın gerçeğine inen bir merdiven vardır. Kim ki gerçeğin sırrına vakıf olmadan, sandukayı açmaya kalkar, işte o zaman arş karşı durur buna. Şiddetli bir şekilde sarsılmaya başlar, deprem olacağı inanışı buradan gelir. Yeterlimi bu kadar bilgi?”

“Ne yani şimdi bu sandukanın içinden arzın merkezine bir merdiven mi var gerçekten?”
“Evet ama dediğim gibi ancak gerçeğin sırrına vakıf olanların geçebileceği bir merdiven.”

 Jules Verne geldi aklıma, acaba o gerçeğin sırrına ererek mi yazmıştı kitabını, bu merdivenlerden inmiş miydi? Eğer bu merdivenlerden inebilirsem, zihnimi kaplayan sis bulutu dağılır mıydı?  Zihnimi kaplayan merak duygusunu anlatamam. Öyle bir duyguydu ki Ayasofya bile ufacık kalırdı yanında. Etrafıma bakınmaya başladım, sandukanın kapağı oldukça ağır gözüküyordu. Ellerimle açamazdım, arasına sıkıştıracak bir şeyler ararken, ilerdeki kapının üstündeki uzunca demir ilişti gözlerime. Bir çırpıda demiri kapıp, sandukanın başına geldim, sandukanın kapağının arasındaki boşluğa yerleştirdim. Bütün gücümle bastırmaya başladım.

"Hayır.. dur, yapma sakın, dur dedim, sende bilirsin, asla giremezsin o merdivenlere.” Kutsal bilge fısıldamayı bırakmış çılgınca bağırıyordu. “ Bakmalıyım kendi gerçeğimi görmem lazım”. Merak duygum mantığımı yenmiş, sonunda ölümü bile göze almıştım, gerçeğe ulaşacaktım. Sandukanın kapağı oldukça ağırdı bütün bastırmalarıma bana mısın demiyordu. Son bir kez daha asıldım. Kapak yerinden oynadı. Açılan boşluktan, asırların tozuyla birlikte çıkan hava akımından sonra her yer dönmeye başladı. Çılgınca bir haldeydim gördüklerim inanılmazdı, Ayasofya'nın her yeri yerinden oynamaya başladı. Muazzam bir anafor oluşmuş. Her şeyi boşlukta döndürüyordu, zemin ayaklarımın altından kaymıştı. Dört meleğin uçmaya başladıklarını gördüm dört bir etrafa. Sıvalar parça parça ayrılmaya başladı, mozaikler uçuşuyordu etrafta, altın varaklar oynaşıyordu boşlukta. Korkuyla beraber, gördüklerimden memnundum. Sütunlar birbirinden ayrılmış, kubbe gerçekten gökte asılı kalmıştı. Ayasofya döne, döne yok oluyordu , her parçayla birlikte bende dönmeye başladım. Çılgınca dönüyorduk, hız arttıkça bayılacağımı anladım son bir kez kubbeye baktığım da gördüm onu. Kutsal bilgeydi tanıdım, Nurdan bir pirdi tarifi imkansız.. "Gerçeğe böyle ulaşamazsın" diye fısıldadı, “ Gerçeği dışarıda değil kendi içinde aramalısın”

Bir sıcaklık hissi ile kendime geldiğimde, yerde öylece yatıyordum. Ayasofya'nın kubbesine bakıyordum, üzerime eğilmiş bir çok insan vardı. İlk defa böylesine ait hissettim kendimi bu insan kalabalığına, herkes kendi dilinde Bir şeyler söylüyordu. Çoğunun ne dediğini bilmiyordum. Yüzlerinin ifadesinden benim için endişelendiklerini hissedebiliyordum. İyi olduğumu söyleyerek kalkmaya çalıştığımda farkına vardım. Avucumdaki, bir kalemdi. “teşekkürler kutsal bilge” diye fısıldadım boşluğa. 
  Yeni bir ayasofya vardı uyandığımda mermer zeminleri halı kaplı. Kaybolmuş altın varaklı ikonolar. Beyaz kefen giymişti melekler. Absidin üstünden süzülen güneş mihrabı aydınlatıyor. Terleyen sütuna hızırın parmağı değmiş. Mekke yönünde esiyordu rüzgar, beyaz kefenlerin altından meleklerin kanatlarını okşuyordu. 
      Mozaiği gördüm İsa secde ediyor. Size selamet olsun! Ben evrenin ruhuyum yazıyordu. Kalemi avucumda fazla sıkmışım. Açtığımda süzülen kan yere damladı. Yayılan kırmızılık tüm Ayasofyayı kapladı yavaşça. Kırmızı minaresine ulaştığında pembe kaldı yanında. Rast makamında ikindi namazı yankılandı Ayasofyanın duvarlarında.


Nurten Yurt

Images

Yaşamak bir uçurumun başından geçen daracık bir yol

Sizduygularınızın kölesisiniz herkes gibi. Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir aşk, bir öfke, çıldırıcı bir kıskançlık, dayanılmaz bir özlem, bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir. Bazen bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz.bazen öfkeyle kamaşır içiniz.


Yitirmenin ne olduğunu biliyorum.
Yaşadığımız aşklar hayatımızı değiştiriyor. Yapılan hatalarda değişen hayatı bir kez daha değiştiriyor. Savruluyoruz…
Hayata ne ile başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. Gurur ve aptallık. Kaç kez yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir, kaç kez kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız.”
Woolf’tan Alıntılar:
♦ Bir kadın olarak, ülkem yok. bir kadın olarak, bir ülkem olsun istemiyorum. bir kadın olarak, bütün dünya benim ülkem.
♦ Hayatın yüzüne bak. Her zaman hayatın yüzüne bak. Ne olduğunu bilebilmek için, sonunu bilebilmek için, onu olduğu gibi sevebilmek için hayatın yüzüne bak!..
♦ Kadın kalbi mezar gibidir; Giren dışarı çıkmaz.Erkek kalbi bakkal gibidir; Giren çıkanın hesabı olmaz.”
♦ Herkes kendi geçmişini, kalbiyle bildiği bir kitabın sayfaları gibi kapalı tutar ve dostları sadece onun başlığını okuyabilir.
♦ Zaman direklere çarpar. Kalakalırız. Duygudan yoksunuzdur, insanın gövdesini ayakta tutan, artık alışkanlıkların iskeletidir. O da bomboştur zaten.
♦ Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin!..
Gerçek filozof kürkünü kaybeden; ama pirelerinden kurtulandır.
♦ Aslında yalnızca yaşadıkları anın tadını arttıracak kadar bir incelik, bir bağlılık, bir sevecenlik vardır insanlarda. Sürüler halinde ava çıkarlar. Çölü tarar, haykırarak dalarlar bozkıra. Düşenlere dönüp bakmazlar bile. Yüzlerinde alçıdan maskeler vardır.”
♦ Hepimiz birer mahkum değil miydik? Geçenlerde çok iyi bir oyun okumuştu, oyundaki adam hücresinin duvarına bir şeyler çiziyordu, hayat da böyleydi işte. Boyuna duvara bir şeyler çiziyorduk.
♦ Ne tuhaftır, insan çoğu kez postadan önemli bir şey çıkmayacağını bilir de yine dört gözle mektup bekler.
♦ Kadınlar erkekler gibi yazıp, erkekler gibi yaşar ya da erkeklere benzerlerse, çok yazık olur, çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesiyle nasıl idare ederiz?





Kaynak: cafrande.org
Images

Laleli


Laleli ismi gibi değil, La, le,li, şiir gibi sessiz ve seslinin oluşturduğu ahenk isminde sadece. Sesli, hem de çok sesli bir orkestra, rengarenk şal misali. Caddeleri, eşilen kaldırım ve trafik nedeniyle, teneke kutuların kitlendiği çek çek araba cenneti. Hava alanından sonra en fazla bavul bu sokaklarda. Sorulan adresi bilmeyen insanların, yaşadığı yer Laleli.


La ilk buluştuğumuz yer, benim içinde seksenli yılların Araplarla dolu küçük eski dükkanlarının yerinde yeller esiyor. Oteller, alışveriş merkezleri, tarihin üzerine renkli bir yama, olmadı cila her yer insan kaynıyor. Bir zincirli han dır, yollara düşüyoruz, önümüze kim çıksa soruyor, bilemedi bak diye kızıyoruz adama. Eski zaman seyyahları gibi yol alıp, hanın adının Taş Han olduğunu hatırladığımızda buluveriyoruz. Taş hanın, taş duvarları yerli yabancı etiketlerle kaplı, renkli ışıklar, florasallar yabancı bu duvarlara. Avludaki sedirlerde soluklanıp, kahvelerimizi yudumluyor dağılıyoruz.

Le Laleli cami, mimarisinin muhteşemliğini, öğle güneşini defne ağacının yapraklarını siper edip fotoğraflıyorum. Avlu kalabalık, Cuma telaşı, öğle güneşi tam tepemde sıcaklığını hissettiriyor gevşiyorum. Kara kedi, Sarmanın hemen yanında malum ayı hatırlatıyor mırnavlarıyla. Merdivenleri inip tramvay yolundan karşı sokağa geçiyorum. Vitrinleri seyrederek yürüyorum. Tekstil cenneti Laleli. Meydana geliyor, karşı caddeyi izliyorum uzaktan, geçmişten bir yerlerden hatıralar doluşuyor zihnime. Dönüp yan sokaktan vitrin seyrederek yürüyorum. Güneş yakıyor, giysiler bunaltıyor, soyunmak istiyorum, hani neredeyse derimi bile çıkarıp atmak. Kalabalık boğuyor, tarih kıyıda köşede saklı, doğanın yok olduğu bu sokaklar yabancı. Hana bir an önce ulaşmak üzere hızlanıyorum.
Li Taş hanın taş duvarları nargile kokuları ve loş ışıklarıyla kucaklıyor. Üst katlara çıkıp kuytu köşeleri fotoğraflıyorum. Florasalları söküp yerine meşaleleri takmak istiyorum. Görüntü kirliliği etiketleri sıyırmak, taş duvarları soymak. Avluya inip kahvemi yudumluyorum. Şadırvanın su sesi güzelde hidroforun homurtusu olmasa. Başımı kaldırıp maviliğe kanat açan martıyı selamlıyorum. Sayfaya kalem tutan elimim gölgesi düşüyor, Laleli, diyorum son kelimede görüntülü insan sözlüğü..


Nurten Yurt
































Images

Şiir neden yazılır?

Şiir neden yazılır? Guantanomadan Şiirler adlı kitabı okuduğumda, uzunca bir süre bu soruyu sormuştum kendime. Ağır çok ağır geldi bu şiirleri okumak, bu çağın insanı olarak yaşamak yeterince zordu. Ekrandaki savaşları görmemek için televizyonun düğmesini kapata biliyordunuz. Lakin düşünce denen zihninizde böyle bir düğme yoktu ve sürekli fısırdayıp durdukça, biraz daha insanlığınızın bir parçasını bırakarak yaşama devam ediyordunuz. Böyle bir dünya da hala biraz insan kalabilmek için, insanlığın ruhuna son bir haykırış bu şiirler.

Guantanamo tutukluları bu şiirleri, kâğıt ve kalemleri olmadığı zamanlarda, kendilerine verilen yemeklerin kâğıt tabaklarına, su içmeleri için verilen kâğıt bardaklara, çakıl taşlarıyla, diş macunu kullanarak yazmışlar.
Şiir her daim güzel duygular vermeyebilir insana, acıtır, kanartır bazen insanlığını.
Images

Lizbon'a gece treni

Son zamanlarda zevkle okuduğum, okurken bitmesin diye araya başka kitaplar sıkıştırdığım, kelimelerin kuyumcusu sözcüğünü yakalayabileceğiniz bir kitap Lizbon’a Gece Treni. Pascal Mercier takma adıyla basılan kitabın yazarı Berlin’de felsefe profesörü olan Peter Bieri. Yazarın bundan ayrı basılmış dört kitabı daha var.

Yazar kitabın başın da Montaigne’inin Denemeler ’in den ve Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabından kısa bir alıntıya yer vererek okura ipucu vermiş. Severim böyle kitapları, kitapta ilerlerken zihnimdeki o ışığı yaktığından olsa gerek tanıdık gelir kelimeler. Kitabın kahramanı Gregorius elliyedi yaşında bir dilbilimci, kırk iki yıl önce öğrenci olarak girdiği okula, dört yıl sonra öğretmen olarak başlıyor ve devam ediyor. Konusunda uzman olan hoca Mundus olarak anılıyor, çekemeyen meslektaşları, papirüs olarak tanıyor. Yazarın bu kelime oyunları okuma zevkini körüklüyor ki, yağmurlu bir sabahta köprünün ortasında bir kadın çıkıyor karşısına ve Mundusun alnına kalemle unutmaması gereken bir numara yazıyor. Kahramanın kurgusu bile müthiş, sonrası bir sahaftan aldığı bir romanın yazarının hayatına uzanan bir yolculuk üzerine. Yazarın hayatında yer alan kişilerle zaman zaman kendi hayatıyla bağlantılar kurup öyle tanımlamalar yapmış ki sözcüklerin kuyumcusu sözünü hak etmiş. Felsefenin insan hayatındaki yerini, Dilbilimin ne olduğu insanları nasıl etkilediğini kurguyla çok iyi bağlamış.

Bunlar benim görüşlerim, gruptaki arkadaşlarla paylaşımımızda, Felsefenin roman içine sıkıştırılmasını beğenmeyenler oldu. Kitabın karakterlerinin çokluğundan yakınıp kim kimdi, anlayamadım tekrar başa döndüm dediler. Kitap ancak tatil zamanı okunacak, yoksa günlük hayatın koşuşmasında tadına varılmıyor diyenler oldu. Çok güzel bir yolculuk kitabı olarak adlandırıldı. Gecenin sonuna doğru dört arkadaşımızın da paylaştığı bir şey dikkatimi çekti, babalarının onlara yazdığı mektup, son iletişimleri, babaları hay atta olan arkadaşımızın babasının çocuğuyla olan iletişimi. Bu güzel geceyi bize hazırlayan arkadaşımız Sezen’e, gecenin karanlığını aydınlatmak için erguvan ağacına ışık sistemi takan arkadaşımıza, teşekkürlerimi iletiyorum.
“Her birimiz birden çok kişiyiz, pek çoğuz, ifrat sayıda kendimiziz. Bu yüzden, çevresini küçümseyen kişiyle o çevreden zevk alan ya da onun yüzünden üzülen kişi aynı değildir. Varlığımızın engin sömürgesinde farklı düşünen ve farklı hisseden pek çok türde insan vardır.” ( Huzursuzluğun Kitabı)
“Hepimiz küçük parçalardan oluşuruz, bu parçalar öyle şekilsiz, öyle farklıdırlar ki birbirlerinden, her biri her an canının istediğini yapar; bu yüzden kendimizle kendimiz arasındaki farklılıklar, kendimizle başkaları arasındaki kadardır. ( Denemeler- Montaigne)
“ Ben hala oradayım, zamandaki o uzak yerde, oradan hiç ayrılmadım, şimdiki zamanın içine yayılmış yaşıyorum, ya da onun dışına. Zamanı öne sürüklemiş olan binlerce değişiklik, hissetmenin bu zaman dışı mevcudiyeti ile ölçüldüğünde, bir rüya gibi geçici ve gerçekdışılar.” ( Kitabın içindeki kitabın yazarı Prado’dan)

Nurten Yurt